GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEM

Bir taraftan dünyamız yeni bir küresel savaşın eşiğine gelirken, diğer taraftan ülkemizdeki iç gelişmeler olağan hızı ile devam ediyor.

Bunlardan en güncel olanı, uzun zamandır bir cümleden öteye geçemeyen “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” söylemi ile ilgili.

Altı siyasi parti 28 Şubat günü bir araya gelerek, ortaya elle tutulur bir şey koymaya çalıştılar.

Toplantı günü genel başkan yardımcılarının konuşmalarının çoğunu dinlemeye çalıştım. Ardından metin ile ilgili incelemeler yaptım. Ancak gördüğüm o ki; metin kesinlikle elle tutulabilir değil!

Hatta benim elim yandı!

Sonra metin ortaya koyulmadan önce ilgili partilerin genel başkanlarından belediye başkanlarına kadar bazı kişilerin kapalı kapılar ardında yabancı büyükelçilerle yaptıkları görüşmeleri düşününce, aslında çok şaşırmadım.

Sözde sistemi güçlendirme hedefiyle yola çıkan bu partilerin ilk uzlaştıkları hususların; cumhuriyetin kuruluş ilkelerine kastetmek, herkesi kapsayan vatandaşlık tanımını bir kenara itmek; her türlü ayrışmaya zemin hazırlamak olduğunu anladım.

İşte bununla ilgili metinde geçen bir alıntı: “… herkesin kendi kimliğiyle ve kendisi olarak eşit şekilde toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katıldığı bir sistem inşa edilecek”.

Yani örtülü olarak diyor ki: Milleti din, mezhep, etnik köken, bölge; hatta var olan veya uydurulan çok çeşit cinsiyetlere kadar böleceğiz.

Bununda adını “eşitlik” gibi söylendiğinde herkesin hoşuna gidecek bir kelime ile örteceğiz.

Peki örtü kalktığında ne olacak?

Cevabı yazının sonunda…

Tarihi bir örnekle bugünün siyasetine bir bakış açısı kazandıralım:

22-23 Aralık 1963 tarihlerinde Rumlar EOKA desteğiyle Kıbrıs Türklerine yönelik soykırım saldırıları yaparlar. Başta ABD olmak üzere batı buna ciddi bir tepki vermez. Sadece oyalayıcı bir şekilde arabuluculuk yapmaya çalışır.

Sorunun giderek ağırlaşması sonucunda Türkiye, Londra-Zürih Antlaşmalarına dayanarak Kıbrıs’a asker çıkarma kararı alır.

İsmet Paşa o yıllarda koalisyon hükümeti başbakanıdır ve o günleri şu sözlerle anlatmaktadır:

“Benim bildiğim kadarı ile, biz Kıbrıs’a çıkmaya ciddi olarak ilk defa 1964 yazında azmettik. O teşebbüsümüz de ABD başkanı Johnson’ın ünlü mektubuyla durdurulmuştu.”

İsmet paşanın damadı Metin Toker o günleri şöyle anlatıyor:

Kısa zamanda anlaşıldı ki, Johnson da İsmet Paşa’ya teşhis koymuştu. Bu teşhisin gereği, Amerika’nın Türkiye’de İsmet Paşa’nın yerini alacak bir başbakan aramaya başlaması oldu (…) General Porter diye bir Amerikalı geldi. General, Ankara’ya Başbakan Johnson tarafından bizzat gönderilmişti. Görevi, İsmet Paşa’nın “hayır” dediği birtakım teklifleri, Türkiye adına kabul edebilecek bir başkan aramaktı (…) General Porter’ın gelişi günlerinde, CIA ajanları da Türkiye’de bir anket yapıyorlardı.”

Bu tarihi olaya bakarak bugün kapalı kapılar ardında yapılan görüşmeleri, ülkenin yine birilerinin istemediği bir doğrultuda olduğunun bir göstergesi olarak yorumlamak yanlış olmaz.

O gün başkan arayanlar bugün her istediklerini dayatabilecekleri bir sistem arayışı içindedirler. Öyle bir sistem istiyorlar ki; başkanın kim olduğu önemli olmasın. Kimin aday olacağının ortada olmaması bunun göstergesi değil mi?

Gelelim sorumuzun cevabına…

Örtü kalktığında yaptığımız ilk şey Osmanlı son döneminin ve milli mücadelenin meşhur karakterlerinden Kara Kemal’in “Hürriyetimizi kazandık ancak, istiklalimizi kaybettik” ifadesini tekrar etmek olacaktır.

İnsanoğlu tarafından kurulan bütün sistemlerin eksikleri olduğu gibi mevcut sisteminde elbet eksikleri vardır. Ancak, şahsi hürriyet taleplerini göz önüne almak uğruna bir milletin istiklalini tehlikeye atamayız.

Milletimizin faydasına devletimizin yararına bir geliştirme yapılacaksa bunu kendi milli varlığımız ve kültürümüzden faydalanarak yapmalıyız.

Başka akılların suyuna giderek değil!

                      

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.