VEFA ÜZERİNE

Tarih 20 Haziran 2008 günlerden Cuma.

Avrupa 2008 çeyrek finale çıkma mücadelesi için Avusturya’nın başkenti Viyana’da Ernst Happel Stadı’nda Hırvatistan ile karşı karşıyayız.

Milli takım çok iyi değil. Hırvatlar bastırıyor. Kalede Rüştü’nün devleşmesi üzerine ilk 90 dakika golsüz berabere sonuçlanıyor.

Kadıköy Hasanpaşa’da bir apartmanın zemin katında halamın oğlunun öğrenci evindeyiz. Gündüz Süleymaniye Camii bahçesindeki seyyar satıcıdan aldığımız milli takım formalarımız üzerimizde, heyecanla uzatma dakikalarını izliyoruz.

İlk uzatma yarısı yine Hırvatların oyun üstünlüğü ile tamamlanıyor. Henüz gol yok. İkinci yarı başlıyor.

Dakikalar ilerledikçe, gol yemediğimiz için seviniyoruz. Ha bitti, bitecek derken 119. dakikada Modriç'in ceza alanına ortaladığı topa Klasniç yakın direkte kafayı vuruyor ve takımını 1-0 öne geçiren golü kaydediyor.

İstanbul yıllardır ilk defa bu kadar sessizleşiyordu. Edirne’den Kars’a kadar bütün Türkiye sanki felç olmuştu.

Tam 1 dakika sonra Rüştü'nün uzun degajında topu önüne alan Semih'in ceza alanı içinden yaptığı vuruşta, top köşeden ağlarla buluştu ve skor 1-1 oldu.

Oturduğumuz yerden öyle bir sıçradık ki sanki tavana çarpacaktık. Hayatımda bu kadar çoşkulu sevindiğimi hatırlamıyorum.

O yıl üniversiteyi yeni bitirmiştim.

Askere gitmeden önce memleketimizin en güzel şehri İstanbul’u doya doya gezmek için 15 günlüğüne halamın oğlunun yanına gitmiştim. Her akşam üstü başka bir semti geziyor İstanbul’u keşfediyorduk.

Maçın ertesi günü içinde bir emanet araba bulup Çanakkale şehitliklerine gitmeyi planlamıştık.

Maç sonrası heyecandan uyuyamadık. Taksim’de kutlamalara katılmak üzere karşıya geçtik. Eve geldiğimizde saat sabaha karşı üç olmuştu. Hala uykumuz yoktu. Yatıp dinlenmek yerine yola çıkmaya karar verdik.

Tekirdağ dolaylarına kadar arabayı ben sürdüm. Sonra uykum gelince arabayı halamın oğluna verdim.

Güneş doğmuştu ve yüzümüze doğru vuruyordu. Sabah serinliği kayboldukça arabanın içinde mayışıyorduk. Nitekim biraz sonra kulaklarımızı çınlatan bir siren sesi ile irkildik. Yolun ortasındaydık. Kocaman bir kamyonun üzerine doğru hızla gidiyorduk. Halamın oğlu son anda direksiyonu kırdı ve kendimizi yana attık. Araba aniden kaymaya başladı. Bu sefer toparlamak için ters tarafa doğru manevra yaptık ancak, yoldan dışarı çıkmaktan kurtaramadık.

Ciddi şekilde sarsılarak toz toprak içinde yan tarlaya girdik. Tam takla atıyoruz derken otomobil durdu. Çarpmaktan son anda kurtulduğumuz araç; Orman Genel Müdürlüğüne bağlı bir arazösmüş. O sene Çanakkale’de çıkan yangını soğutma çalışmalarına gidiyormuş. Sağ olsun personelleri bizi araçtan çıkardılar. Aşağı indiğimizde aracın tamponu kopmuş, sağ tekeri akis kesip yerinden çıkmıştı. Biz iyiydik ama emanet aracın durumu kötüydü.

Bir çekici çağırdık. Gelibolu sanayisine arabayı götürdük. Çekici bu gençler yolda izde kalmışlar, başlarına felaket geldi demedi kilometre hesabı yaptığı bir tarife üzerinden o dönem bizden çok ciddi para aldı. Bir kere zor duruma düşmüştük, artık başımıza ne gelirse katlanacaktık.

Sağlık olsun dedik usta bulmak için dolaşmaya başladık.

Dükkanın birinde ağzında sigarası ile Trakya ağzı ile durmadan küfrederek konuşan bir usta ile tanıştık. Adı Ali’ydi. Adam bir bakışta bizim halimizi anladı. Ne işiniz var emanet araba ile gecenin bir köründe yollarda diyerek bize de küfretti. Sonra ben arabayı söküp durumuna bakarım sizi ararım dedi.

Ondan haber gelene kadar, olayın şokunu atlatıp biraz kendimize gelmek için sanayideki camiye gittik. Önce abdest alıp namaz kıldık. Sonra bizi bu kazadan kurtardığı için Allah’a şükrettik. Sonra yine bizi bu dar boğazdan kurtarması için O’ndan yardım talep ettik.

Ali usta bizi aradı, lazım olan parçaların listesini çıkarmış. Bunların hepsini burada bulamayız tanıdıklarınız varsa İstanbul’dan sorun yoksa en erken pazartesi Lapseki’den bulabiliriz dedi.

Hemen İstanbul’da nakliye işi yapan çocukluk arkadaşım Salih’i aradım. Sağ olsun parçaları bulmak için elinden geleni yaptı ve bize otobüsle yolladı. O arada yine çocukluk arkadaşım Yasin’den masraflar için borç para istedim. O da hesabıma göndereceğini söyledi. İnsanın zor durumda arayabileceği tanıdıkları olması güzeldi.

O gece Gelibolu’da bir otelde kaldık. Sabah iki simit alıp Gelibolu iskelesinin yanında bir çay bahçesine geçtik. Kahvaltı yaptıktan sonra kafam biraz dağılsın diye bakkaldan bir gazete aldım.

Çay içip köşe yazılarını okurken biri aniden gazetenin ortasına pat diye vurarak “Heyt kardeşime bak bizim gazeteyi okuyor” diyerek Ortadoğu gazetesi amblemini etraftakilere işaret etti.

Derya abi; kır saçlı, göbekli, hilal bıyıklı neşeli ve konuşkan bir abiydi. Çay bahçesinin sahibi imiş. Yanımıza oturdu. Nereden gelip nereye gittiğimizi sordu. Bizde başımızdan geçenleri anlattık.

Bize ilave çay söyledi. Nerede kaldığımızı sordu. Cebimizdeki parayı tamire vereceğimiz için uygun bir yer bakıyoruz dedik. Hemen bizi Ahmet isminde bir arkadaşla tanıştırdı. Gelibolu Ülkü Ocakları mensubu olan Ahmet bir eczanede kalfalık yapıyordu.

Bizi Ocağa götürdü. Orada bazı arkadaşlarla tanışıp çay içtik, sohbet ettik. Ahmetlerin pansiyonu varmış, bir odaları müsaitmiş. İşimiz bitene kadar orada kalabileceğimizi hatta ablalarının bize yemek yapıp verebileceğini söyledi.

Hayatımızda hiç görmediğimiz, tanışmadığımız insanlar bize çay söylüyorlar, yemek ısmarlıyorlar evlerini açıyorlar derdimize koşuyorlardı.

Çünkü onlar vefalı ülkücülerdi! Ülkücü olmamızı anlamaları bütün bunları yapmak için yeterdi.

Bir gazetenin bize bu kadar yardımcı olabileceğini beklemeyen Halamın oğlu Enes’in ağzı açık kalmıştı.

Üç gün orada kaldık. Akşamları çay bahçesinde dünya kupası maçlarını seyrediyor, gündüzleri pansiyonun yakınındaki halk plajında denize giriyorduk. Kötü başlayan yolculuk adeta tatile dönmüştü.

Ali usta arabamızı tamir etti. Neredeyse bir ücret almadı desem yalan olmaz. Döndükten sonra bir iki kere aradım kendisini, görüştük. Sonra sanırım telefon numarası değişti bir daha ulaşamadım. Yaşıyorsa Allah sağlık versin.

Derya abiyi hiç unutmadım. Çok babacan adamdı. İnşallah bir gün yine çayını içmek nasip olur.

Ben Isparta Eğirdir komando okulundayken Ahmet’tin askerliği Isparta merkez 41. Piyade alayına çıkmıştı. Acemiliği bitince onun timi kurada Adapazarı’nı çekmişti. Ben Şırnak’a gitmeden bir iki gün önce o da Adapazarı’na geldi. Onu karşıladım, eve götürdüm Annemin yaptığı yemeklerden yedik. Bir gece bizde kaldı. Sonra onu Taşkısığı kışlasına teslim ettim.

Şans bu ya, komutanı Eğirdir’de badim olan Fatih Asteğmen oldu. Fatih’te ben gibi Sakarya üniversitesi mezunu annesi Hendekli bir arkadaşımdı. Nasıl olduysa üniversite yıllarında hiç tanışmak nasip olmamıştı. Eğirdir’de ilk gün yapılan bir yazılı testte aynı sıraya denk gelmiş, 3 ay boyunca hiç ayrılmamıştık.

Ona MG3 verdiler bende yardımcısı oldum. Kartal sahilde yaşıyordu. Çok kürek çekmekten kolları kuvvetliydi. İntikallerde saatlerce o ağır makineliyi taşır, yine yorulmazdı. Ben arada nefes alsın diye MG3’ü ondan alırdım ama taşımakta zorlandığımı görünce, beş on dakika sonra hemen geri alırdı. Kral adamdı. O da Ülkücüydü.

Fatihi arayıp Ahmet’i ona emanet ettim. Sağ olsun onu postası yapmış. Adapazarı’ndan kaydırma birlik olarak Şemdinli’ye beraber gittiler. Fatih ile zaman zaman görüşüyoruz. Ama Ahmet’le uzun yıllar oldu, telefonlar değişti irtibat koptu inşallah iyidir.

Bu sefer biraz uzun yazdım, ancak bazen böyle tarihe not düşmek gerekiyor. 1996 yılında Ülkü Ocakları ile tanışmış biri olarak belki de hayatımda en zorda kaldığım bir dönemde, hiç talep etmeden, ülkücü kardeşlerimin imdadıma yetişmesi ile o zor günleri atlatabildim. Sonrasında nerede bir ülkücü var ise, ne zaman neye ihtiyacı olduysa elimden geleni yapmaya kendime düstur edindim.

Ve bizi bir araya getiren, yüreğimize vatan, millet aşkı koyarak yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak gayesi ile yetişmemizi sağlayan teşkilatımızdan hiç ayrılmadım. Başım ne zaman dara düşse hiç kimseyi aramadan illa bir iki dava arkadaşımı yanımda buldum. 26 yıldır bende hepsine ve teşkilatıma vefa göstermeye çalıştım.

Başka memleketler gittiğimde sağa sola buralarda ülkücü var mı diye hiç sormadım. Teşkilat binasına gidip aradığım arkadaşlarımı orada buldum.

Son olarak şunları söylemek istiyorum, biz ikinci ve üçüncü nesil ülkücüler 1980 öncesi mücadele veren abilerimizin hikayeleri ile büyüdük. Onlar ki onca işkence ve zulüm altında teşkilatını satmamış; herhangi bir dava arkadaşının ismini vermemiş, kahraman insanlardı.

Ancak gel gelelim bugüne!

Benim diyen ülkü devleri sosyal medya üzerinden ne teşkilat tanıyor ne dava arkadaşının hatırını sayıyor. Bildiği bilmediği bütün konular hakkında oturduğu yerden ahkam kesiyor. Teşkilata uğrayıp ne olup bitiyor diye sormadan en ufak bir mevzuda teşkilatı ve teşkilat mensuplarını vefasızlık ile suçluyor.

Onlara diyeceğim şudur:

Seçime gireriz oy vermezsiniz, sokağa ineriz arkadan gelmezsiniz İşiniz düşünce arar hiç çekinmezsiniz. Ama gel gelelim gün olur, kalkar bize vefa dersi vermeye çalışırsınız!

Ülkücüler konuşurken de susarken de kendinden önce başkasını, yanında duran ya da ayrılan dava arkadaşını; her şart ve durumda memleketin faydasını düşünen vefalı insanlardır.

Sizin ne söylediğinizin önemi yok! Allah bilsin yeter!

Bu arada teşkilatından ayrılmayan ve şu an duygu karmaşası yaşayan arkadaşlarımıza sabırlı olmalarını tavsiye ediyorum. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır!

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

YORUMLAR
Banu
Banu - 1 yıl Önce

Ne kadar güzel anlatmışsın ülkücülüğün ne demek olduğunu kalemine sağlık